14 Mart 2013 Perşembe

Kitty, Melek ve Seyreylemek!



                Kitty, 13 Mart 1964 gecesi New York City’in Queens bölgesinde bulunan ve yönetici olarak çalıştığı bardan çıkmış yorgun bir şekilde evine dönüyordu. Aklındaki tek şey bir an önce evine ulaşıp, dinlenmekti. Biraz sonra ölümüyle adını sosyal psikoloji tarihine geçireceğinden habersiz bir şekilde, arabasını evinin hemen yakınındaki otoparka park etti. Saat üçe yaklaşıyordu. Arabasının kapılarını kilitleyip evine doğru yol alırken sokakta bir adamın kendisini takip ettiğini fark etti. İçini bir korku kapladı ve adımlarını hızlandırdı. Apartmanın kapısının hemen önünde kendisini takip eden kişi tarafından bıçaklanmaya başladı ve defalarca bıçaklandı. Kitty’nin “help” çığlıkları çevredeki apartmanlarda bulunan otuz sekiz kişi tarafından duyuldu. Evlerin ışıkları tek tek yanmaya başladı. Bu otuz sekiz kişiden biri balkona çıktı ve belki de uykusundan edilmiş olmanın verdiği rahatsızlıkla saldırgana kızı rahat bırakmasını söyledi. Saldırgan tedirgin oldu ve Kitty’i kanlar içinde bırakıp uzaklaştı. Kanlar içinde kalan Kitty’nin yardım çığlıkları sonuçsuz kaldı ve evlerin ışıkları bu sefer teker teker sönmeye başladı. Yirmi dakikalık çırpınmadan sonra saldırganı tekrardan karşısında gören Kitty aldığı yeni bıçak darbeleriyle hayatını kaybetmişti. Saldırganın Kitty’e saldırması ve tekrardan geri dönüp yarım bıraktığı işi tamamlamasından yaklaşık yarım saat sonra Queens’teki polis merkezinin telefonu çaldı ve polise bir kadının bıçaklandığı ihbarı yapıldı.

                Olaydan birkaç gün sonra, New York Times’ın Pulitzer ödüllü yazarı A.M.Rosendal, kentin emniyet müdürü ile yemek yerken, Kitty Genovese cinayetini emniyet müdüründen işitir. Bu olayda emniyet müdürü için normal olan, ancak Rosendal’i şaşkına çeviren bir şey vardır. Polis raporlarına göre, genç kadının ölümünden yirmi dakika sonra, sokakta cinayeti gören bir kişi polis karakolunu aramış ve telefon aramasından iki dakika sonra da polis, olay yerine gelmiştir. Polislerin, görgü şahitleri ile yaptığı konuşmalarda, 38 kişi olayı görmüştür. Rapordan anlaşılmaktadır ki, Kitty Genovese’in yardım için ilk bağırışının duyulması ile, saldırganın, genç kadını en son bıçaklayıp kaçması arasında otuz beş dakika geçmiştir. Kitty Genovese, bu süre içinde devamlı yardım istemiş ama kimse yardıma gelmemiştir. Rapora göre 38 kişiden hiç kimse polise, saldırı hakkında ihbar için telefon açmamıştır1. Yukarıdaki olay gerçekleştikten iki hafta sonra Rosendal New York Times gazetesinde “Cinayeti gören fakat polise haber vermeyen otuz sekiz kişi” başlığıyla bir haber yayınlandı. Bu trajedinin kamuoyunun dikkatini çekmesi ve basında yer alması üzerine, John Darley ve Bibb Latane isimli iki sosyal psikolog tarafından bir çalışma başlatıldı. Denekler tek başlarına veya birden fazla kişiyle birlikte bir odaya alındılar, odada bulunan ve bir tür nöbet geçiren sahte deneğe verdikleri tepkiler incelendi. Elde edilen bulgular; odada mağdurla tek başına bulunan deneklerin, odada 3-4 kişi ile birlikte bulunanlara göre kişiye yardım etme olasılığının daha fazla olduğunu ve aynı şekilde daha hızlı harekete geçtiklerini gösterdi. Odada bulunan denek sayısı artıkça, nöbet geçiren sahte deneğe müdahale etme  oranının azaldığı ve müdahale etme süresinin uzadığı gözlemlendi. Seyirci etkisi, Genovese sendromu veya sorumluluğun dağılması ismi verilen bu fenomene göre, etrafta başkalarının olması kişinin yardım etme davranışını etkilemektedir. Acil bir durumda olaya tanıklık edenlerin sayısı artıkça, kişilerin yardıma ihtiyacı olan kişiye yardım etme ihtimali düşmektedir. Olay yerinde çok sayıda seyirci bulunduğunda, hemen herkes orada bulunanlardan birisinin nasıl olsa yardım edeceğini düşünmekte, dolayısıyla hemen hiç kimse olaya müdahale etmemektedir. Ya da etrafta bulunan diğer kişilerin müdahale etmemesi durumunda bireysel olarak hissedilen sorumluluk azalmaktadır.
                John Darley ve Bibb Latane’nin yaptığı deneylerden 23 yıl sonra 1988 yılında Ağrı’nın Hamur ilçesinde sekiz çocuklu Hanım-Kasım Levent çiftinin bir kız çocuğu oldu.  Kıza Melek adı verilmişti. Karanlığın içinde aramışlardı o adı sanki! Bu dünyada ve öbür dünyada birbirine karışmış onca ad arasından ilk bakışta bulup çıkarmışlardı2  Melek adını; tıpkı ölüm fermanı ezelden beri yazılı olan iradesi bir kelebek gibi. Melek’i henüz on altısında istemediği bir evliliğe zorladılar. Çocuk yaşta evlenen Melek aynı ilçedeki farklı bir köye gelin gitti. Eşinin ailesiyle birlikte yaşamaya başladı. Eşinden ve onun ailesinden sürekli şiddet görüyordu. Evliliğinden 3 yıl sonra ilk çocuğu oldu. Yine dayak yediği bir gün dışarı atıldı. Hamile olan genç kadının evin dışında tek başına doğurduğu çocuk öldü. Melek o saatten sonra psikolojik bunalıma girdi. Davranışları bozulmaya başlayan Melek, eşinin ailesinden daha fazla şiddet görmeye başladı. Sonraki yıllar Melek’in 2 çocuğu daha oldu. Ancak şiddet hiçbir zaman bitmedi. Melek’in babası birkaç kez kızını alıp eve geri götürdü. Ancak ailelerin büyükleri kızı ‘namustur’ diyerek eşinin evine geri gönderdi. Eşinin evine dönen Melek, gördüğü şiddet karşısında tuvaletini dahi tutamaz hale geldi. Ailesi kızı Melek’i en son 3-4 ay önce görmüş, o saatten sonra da bir daha haber alamamıştı. İstanbul’da çalışan Melek’in ağabeyi Reis, Ağrı’ya döndü. Ailesinin haber alamadığı Melek’i görmeye gitti. Melek’in bir düğünde olduğunu söylediler. Evde 15 dakika kalan Reis, kardeşini tuvalette yatarken buldu. Türkçe konuşmakta zorlanan Reis, Melek için ‘Mahvolmuş’ ifadesini kullanabildi: “Melek’lere gittim. Baktım kapıyı çekmişler. ‘Düğüne gitti’ dediler. 15 dakika oturdum. Kapıyı açtım. Lavaboda gördüm. ‘Neden orada’ diye sordum. ‘Hasta’ dediler. Altına kaçırıyormuş. ‘Kayınpederi burada bıraktı’ dediler. Ben kardeşimi görünce dayanamadım. Karanlık bir yerde yatıyor. Tuvalete bırakmışlar. Ben en son 8 ay önce gördüm. O zaman çok normaldi, hafif bir hastalığı vardı3. Şimdi hastanede. Sadece yatıyor, konuşamıyor. Tüm vücudu yara içinde. Kocasının ailesi tarafından (tanrı inancı sebebiyle öldürülmeyen)  fakat ölüme terk edilen, aylarca bir metrekarelik tuvalette aç bırakılan Melek kendi pisliği içinde yatmış ve yaraları kurtlanmıştı. Tuvalet alanı uzanmasına izin vermediği için de eklemleri hareketsiz kalmış, bütün vücudu kireçlenmişti. Vücudunu doğrultamıyordu. Beslenemediği için zayıflamış hatta eriyip otuz kiloya düşmüştü. Abisi tarafından bulunduğundaki hali aynen böyleydi:


Melek Karaaslan  kaldırıldığı Ankara Dışkapı Yıldırım Beyazıt Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde 26 Temmuz 2012 tarihinde hayatını kaybetti.  Melek’in davasında sanıklar sürekli olarak onun ölümünden sorumlu olmadıklarını iddia ettiler. Halen devam eden duruşmasının 14 Mart’a ertelenmesi ise sadece bir tesadüf değil belki de.          
                Kitty’i ve Melek’i aynı yazıda ve hatta aynı kaderde buluşturan da “seyirci etkisi” dediğimiz vurdumduymazlığımızdır. Melek de aynı Kitty gibi köydeki herkesin haberdar olmasına rağmen çığlığına ses vermediğimizdir. Kitty’nin “help” çığlıklarına kulaklarımızı ne kadar tıkamışsak Melek’in de “hawar”ına o kadar duyarsız kalışımızdır. Bu iki insanın dramında da görüldüğü gibi kendini dev aynasında gören insanoğlu, aslında suskun, edilgen ve aciz bir varlıktır. Dünyadaki tüm savaşlarda, katliamlarda, salgınlarda, doğayı tahribatta ve diğer tüm olumsuzluklarda en büyük payı  “seyirci kalışımızın” etkilediğini anladığımız gün dünya çok farklı bir yer olabilir. Kitty’in kolektif katliamının üzerinden bugün itibariyle tam 49 yıl geçmiş olmasına rağmen insan ve insanlık olarak sosyal psikolojinin seyirci etkisini tanımlaması ve onu kabul edilebilir, anlaşılabilir bir davranış gibi göstermesinden daha fazlasına ihtiyacımız var. Ne demişti Nazım:

bu dünyada, bu zulüm senin sayende.
ve açsak, yorgunsak, al kan içindeysek eğer
ve hâlâ şarabımızı vermek için üzüm gibi eziliyorsak
kabahat senin, demeğe de dilim varmıyor ama
kabahatın çoğu senin, canım kardeşim!
               
Kaynaklar:
2 Kırmızı Pazartesi, Gabriel Garcia Marquez. Can Yayınları

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder