14 Mart 2013 Perşembe

Limon Ağacı: Önce Hüplet Sonra Gümlet!





Filmi 4 Mart’ta psikoloji topluluğunun etkinliği kapsamında izledik. Öğrenciler ve araştırma görevlisi arkadaşlarla birlikte. Ardından  ara vermeden filmi değerlendirdik. Tartıştık. Doğal olarak, psikolojinin penceresinden bakma eğiliminde birleşmeye çalıştık. Yani içerden bakmaya gayret ettik. Fakat ‘şair bu dizelerle ne anlatmak istiyor?’ konusunda uzlaşamadık.  Önceden de izlemiş olmamdan olsa gerek, filmin anlam ve önemi konusunda en azından kağıt üzerinde anlaşmış olduğumuzu kanıtlama görevi bana düştü. Aşağıdaki yazı bu görevin icrası amacına matuftur. Arz ederim.


İsrailli yönetmen Eran Riklis’in yönettiği ve Suha Arraf ile birlikte senaryosunu yazdığı film, 2008 yapımı. Avrupa Film Ödülleri (European Film Awards), Chicago Uluslararası Film Festivali (Chicago International Film Festival), Berlin Uluslararası Film Festivali (Berlin International Film Festival) ve İsrail Film Akademisi Ödülleri’nin de (Awards of the Israeli Film Academy) içinde bulunduğu  dokuz film festivalinde, en iyi kadın oyuncu  ve en iyi senaryo dahil bir çok ödül kazanmış.

Birkaç yıl önce, adını ilk duyduğumda çocuklara hitap eden bir film olarak zihnimde canlandırmıştım. Masalımsı bir  teması olan ve  (13-) yaş grubuna seslenen bir  film olarak…Bu çağrışımları yaptıran, kuşkusuz, filmin adıydı. Fakat izlemeye başlayınca,  ilk kareden itibaren fena halde ters köşeye yatmış olduğumu fark ettim…Filmi yapanların bir derdi vardı ve bunu son derece çarpıcı ve dokunaklı bir şekilde anlatıyorlardı. Üstelik taraf tutmanın kaçınılmaz olduğu bir konuda, tarafsız olmaya azami dikkat göstererek bunu yapıyorlardı: İsrail-Filistin sorunu. Mars’a ilk insanın ayak basması için geri sayımın başladığı bir zaman diliminde, süper  ve amatör kümelerde top koşturan devlet ve kurumların, hep birlikte, çözmekten aciz kaldıkları veya bundan kaçındıkları bir sorun…Amcaoğulları arasındaki bir kan davası aslında…Öyle ya bugün birbirinin boğazına yapışmış bu iki millet, aslında, aynı dedenin torunları…İlk insandan bahsetmiyorum! Kastettiğim, üç bin-dört bin yıl öncesidir en fazla:  İsrail ve Filistinlilerin/Arapların ortak atası İbrahim peygamber. Onun iki oğlundan İsmail peygamberin soyundan gelenler Arap; İshak peygamberin soyundan gelenler ise İsrailli  veya Yahudi olarak sınıflandırılmış tarih kitaplarında…

Film, İsrail Savunma Bakanı Israel Navon’un (Doron Tavory) Batı Şeria’daki (West Bank) Filistin sınırının sıfır noktasındaki bir eve taşınmasıyla başlar.  Savunma bakanının evinin hemen karşısında Selma Zidane (Hiam Abbas) isminde dul Filistinli bir kadın yalnız başına yaşamaktadır. Evinin bitişiğindeki-babasından miras kalan-limon bahçesinden elde ettiği gelirle kıt kanaat geçinmektedir. Mossad ve diğer İsrail güvenlik birimleri, Selma’nın limon bahçesinin bakanın evi için  güvenlik riski oluşturduğunu gerekçe göstererek limon ağaçlarının kesilmesi kararını verirler. Bahçenin etrafı çitlerle çevrilir ve Selma’nın bahçeye girmesi yasaklanır.  Selma ilk etapta bir yandan Filistin’in yöredeki  ileri gelenlerinden yardım ister bir yandan da İsrail’in ilgili makamlarına başvurarak kararın iptal edilmesini talep eder. Ancak yerel otoriteler Selma’nın umduğu desteği vermez; İsrailli makamların verdiği yanıt da olumsuzdur. Bunun üzerine Ziad Daud (Ali Suliman) isminde  bir avukat tutar.  Avukatın yardımıyla dava İsrail’in en üst mahkemesine kadar taşınır; savunma bakanının eşi Mira’nın  (Rona Lipaz-Michael) dostu olan bir gazetecinin yaptığı haberlerin de katkısıyla Selma’nın mücadelesi hem İsrail medyası hem de uluslar arası medyada yankı bulur. Mira, Selma ile empati kurabilen nadir insanlardan biridir. Selma ile görüşmesine savunma bakanı ve güvenlik birimleri izin vermediği için yüz yüze hiç görüşemezler. Ancak Selma ile aralarında görünmez sıcak bir bağ gelişir ve onun lehine İsrail basınına demeçler verir; bu ise bakan ile aralarının açılmasına ve ayrılmalarına neden olur. Filmin sonunda üst mahkeme  bahçedeki limonların yarısının kökünden sökülmesi yerine  yerden yüksekliği 25 cm olacak şekilde kesilmesine/budanmasına karar verir.

İronik bir biçimde, karardan hem İsrail savunma bakanlığı ve güvenlik birimleri hem de Selma’nın avukatı ve Filistin yerel yönetimi yetkilileri memnundur. Hepsi kazanmıştır kendi hesaplarına göre: Limon bahçesinin kellesi yerden iki karış yukardan kesilmiştir (İsrail tarafı sevinir); Limon ağaçları kökünden sökülmemiştir, budanmakla paçayı sıyırmıştır (Filistin yönetiminin yozlaşmış kalantorları sevinir); Selma’nın davası  üzerinden uluslararası ün kazanılmış, üstüne Filistinli bakanın kızıyla nişanlanılmıştır Selma’ya ihanet etmek pahasına (avukat sevinir).  Selma hariç: limon ağaçlarını kaybetmiş, mahallesinden dışlanmış, dışlanmanın nedenlerinden olan avukatın ihanetine uğramış… O, Mira ve seyirci karardan memnun değildir; çünkü adalet yerini bulmak yerine sadece vaziyeti kurtarmıştır.  Adalet (!) kurumu, adeta, politikacılar, bürokrasi ve fırsatçılar için araçsallığını tereyağından kıl çeker gibi yerine getirmiştir; bireyden yana değil devletten ve statükodan yana kullanmıştır takdir hakkını.

Filmin en son sahnesinde, bakan, evinin bahçesine çıkar. Metrelerce yüksek devasa bir beton duvar çekilmiştir evi ile Selma’nın limon bahçesi arasına. Bakanın görebildiği bütün manzara: Evinin bahçesindeki birkaç bitki, devasa bir duvar ve duvar tarafından boydan boya ufku karartılmış bir gökyüzü. Duvarın diğer tarafında ise yere kadar budanmış bir limon bahçesi ve limon köklerinin arasında hüzünle dolaşan Selma… Savunma bakanının payına düşen ufku kapalı, içi boş ama artık güvenli (!) bir hapishane ev; Selma’nın payına düşen tıraşlanmış bir limon bahçesi, hüzün, yalnızlık ve dışlanmışlık ve ihanete uğramışlık… Duvar örücülerin payına düşen ise geriye kalan her şey…

Film boyunca, İsrail ve Filistin arasındaki sınırı boydan boya kaplayan bu metrelerce yükseklikteki modern Çin Seddi bir kaç kez gösterilir. Aynı topraklarda yaşamak durumunda olan insanların bir arada yaşamaması için, hem o insanlara rağmen hem de onların rızasıyla üretilen suni engelleri ve bu engellerin saçmalığını ve akıl dışılığını vurgulamak için herhalde…Tüm farklılıkları ile birlikte, Selma ve Mira karakterleri arasında gelişen sıcak insani bağ, vicdanı politikanın ve gündemin kirli akınından korunmuş İsrailli ve Filistinli insanlara rağmen duvarların örülmekte olduğu hissini verir.  Fakat diğer yandan, bu duvarların o topraklarda yaşayan insanların rızasıyla-en azından görünüşteki bir rızayla-inşa edildiğini de hissederiz; çünkü duvarların önce insanların zihinlerinde ve vicdanlarında örülmüş olduğunu, filmdeki birkaç karakter dışındaki herkesin limon bahçesinin budanması kararını vaka-ı adiyeden görmesinden, Selma’nın direnişini şaşkınlıkla karşılamasından ve beyhude ve gereksiz bir çaba olarak görmesinden anlarız: Selma’nın kızı, damadı ve Amerika’daki oğlu; Filistinli yetkililer; İsrailli yetkililer.Yani herkes!

Tam bu noktada,  insanın aklına şu soru geliverir: Verdiğimiz kararlarda, takındığımız duruşlarda, kişisel/sosyal/siyasal tercihlerimizde,… gerçekten özgür müyüz? En özgür olduğumuzu sandığımız anlarda bile acaba gerçekten özgür müyüz?  Yoksa tam aksine mahir (veya kör) bir mühendisliğin kuklaları mıyız? Eğer özgürsek, neden sınırın öteki tarafına adım attığımız anda iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman yer değiştirir? Sahiden biz (Filistinli-İsrailli;Türk-Kürt; sağcı-solcu; doğulu-batılı; kuzeyli-güneyli…) neden birbirimizden nefret ediyoruz?

Sosyal kategorizasyonun  acımasız yüzünü görürüz filmdeki olayların oluşunda ve akışında. İsrail devletini temsilen savunma bakanı ve şürekası, Selma’nın  gerçekten kim olduğu ile ilgilenmez. Onların zihninde çizginin öteki tarafındaki her canlı için tek bir kısa yol var: Filistinli. Filistinli kısa yoluna tıkladıklarında terörist, intihar bombacısı, tehlikeli, sakınılması gereken, yok edilmesi gereken vb. dosyalar çıkar hep. Bu yüzden, savunma bakanı (ve onun şahsında İsrailli yetkililer), Selma’nın kendi mahallesinde bile tecritte oluşunu,  limon bahçesine baktığında çocukluğunu, babasını ve bütün bir geçmişini görüyor oluşunu, o bahçenin onun için hayatın anlamı demek olduğunu ve onun yüreğinin çöl sıcağında herkese hazır limonatasıyla bir vaha oluşunu görmez veya göremez.  Benzer kısa yollar ve sınıflamalar, bu kadar açık gösterilmese de, Filistinlilerin İsraillilere bakışında da geçerli olduğu mesajı alınır filmden.

Böyle bir katergorizasyonun etkisiyle Filistinli için İsrailli; İsrailli için Filistinli lanetli bir öteki olmuş. Hal böyle olunca, öteki kategorisine giren herkes, her kötülüğü ve haksızlığı hak ediyor peşin olarak. Yok edilmeyi bile. Kimsenin tavuğuna kış dememiş olsa bile, Selma, bir terörist kadar tehlikeli görülebiliyor, örneğin. Zaten iyi ve makbul bir insana göz göre kötülük yapılabilir mi ki? Minareyi çalmadan kılıfını hazırlamak gerekir. Birine bir ahlaksızlığı ve adaletsizliği reva görmek için önce onu bir kategoriye koymalı… O kategoriyi olabildiğince kendininkinden uzaklaştırmalı. Lanetli olduğu ilan edilmeli: İlkel, gelişmemiş, incelmemiş, kültürsüz, kaba etiketleri ve daha nicesi üretilmeli. Sonra bunlardan amaca uygun bir terkip yapılmalı ve muhatabına yapıştırılmalı. Onlardan birine bu terkibi yapıştırdın mı gerisi çorap söküğü gibi gelir... Yapıştırdığın şeyi kopyalayıp geriye kalanlara da çabucak yapıştırıverirsin… Hepsi ile ayrı ayrı ilgilenmemeye ne gerek var! Değerli zamanını ve kısıtlı enerjini kendin için ve kabilenin ‘yüce’ amaçları için kullanman daha akıllıca ne de olsa! Bunları yaptın mı  operasyon tamamlanmıştır: Onların her biri tehlikeli-oğulları ve insanca-yaşama-hakkı-olmayan-oğulları kütüğüne kaydedilmiştir. Bu aşamaya geçince icraat zamanı da gelmiştir demektir.  Onlara her türlü ahlaksızlığı reva görülebilirsin! Vicdanından yana da endişe etme! Rahat ol! Çünkü  o, iyinin, doğrunun ve haklının yanındadır; iyilik, doğruluk ve haklılık ise yalnızca senin tekelindedir, sakın unutma!

 Özetle, operasyonun adı: Önce hüplet sonra gümlet! Olayların akışı ve filmin atmosferi,  hüpletme faslının başarıyla tamamlandığını,  gümletme faslının ise ufak tefek aksamalar dışında sorunsuz devam etmekte olduğunu haykırır bize. Duvar örücülerin o topraklarda (ve aslında her yerde) yiyeceği daha çok ekmek var. Değirmene su taşıyıcıların başını kaldırıp “biz ne yapıyoruz Allah aşkına” diyeceği güne kadar en azından…. 

Ahmet Demirdağ





Hiç yorum yok:

Yorum Gönder