Filmi 4 Mart’ta psikoloji topluluğunun etkinliği kapsamında
izledik. Öğrenciler ve araştırma görevlisi arkadaşlarla birlikte. Ardından ara
vermeden filmi değerlendirdik. Tartıştık. Doğal olarak, psikolojinin
penceresinden bakma eğiliminde birleşmeye çalıştık. Yani içerden bakmaya gayret
ettik. Fakat ‘şair bu dizelerle ne anlatmak istiyor?’ konusunda uzlaşamadık. Önceden
de izlemiş olmamdan olsa gerek, filmin anlam ve önemi konusunda en azından
kağıt üzerinde anlaşmış olduğumuzu kanıtlama görevi bana düştü. Aşağıdaki yazı
bu görevin icrası amacına matuftur. Arz ederim.
İsrailli yönetmen Eran Riklis’in yönettiği ve Suha Arraf ile
birlikte senaryosunu yazdığı film, 2008 yapımı. Avrupa Film Ödülleri (European Film
Awards), Chicago Uluslararası Film Festivali (Chicago
International Film Festival), Berlin Uluslararası Film Festivali (Berlin
International Film Festival) ve İsrail Film Akademisi Ödülleri’nin
de (Awards of the Israeli Film Academy) içinde bulunduğu dokuz
film festivalinde, en iyi kadın oyuncu ve en iyi senaryo dahil bir
çok ödül kazanmış.
Birkaç yıl önce, adını ilk duyduğumda çocuklara hitap eden
bir film olarak zihnimde canlandırmıştım. Masalımsı bir teması olan
ve (13-) yaş grubuna seslenen bir film olarak…Bu
çağrışımları yaptıran, kuşkusuz, filmin adıydı. Fakat izlemeye
başlayınca, ilk kareden itibaren fena halde ters köşeye yatmış
olduğumu fark ettim…Filmi yapanların bir derdi vardı ve bunu son derece çarpıcı
ve dokunaklı bir şekilde anlatıyorlardı. Üstelik taraf tutmanın kaçınılmaz
olduğu bir konuda, tarafsız olmaya azami dikkat göstererek bunu yapıyorlardı:
İsrail-Filistin sorunu. Mars’a ilk insanın ayak basması için geri sayımın
başladığı bir zaman diliminde, süper ve amatör kümelerde top
koşturan devlet ve kurumların, hep birlikte, çözmekten aciz kaldıkları veya
bundan kaçındıkları bir sorun…Amcaoğulları arasındaki bir kan davası
aslında…Öyle ya bugün birbirinin boğazına yapışmış bu iki millet, aslında, aynı
dedenin torunları…İlk insandan bahsetmiyorum! Kastettiğim, üç bin-dört bin yıl
öncesidir en fazla: İsrail ve Filistinlilerin/Arapların ortak atası
İbrahim peygamber. Onun iki oğlundan İsmail peygamberin soyundan gelenler Arap;
İshak peygamberin soyundan gelenler ise İsrailli veya Yahudi olarak
sınıflandırılmış tarih kitaplarında…
Film, İsrail Savunma Bakanı Israel Navon’un (Doron
Tavory) Batı Şeria’daki (West Bank) Filistin sınırının sıfır noktasındaki
bir eve taşınmasıyla başlar. Savunma bakanının evinin hemen
karşısında Selma Zidane (Hiam Abbas) isminde dul Filistinli bir kadın yalnız
başına yaşamaktadır. Evinin bitişiğindeki-babasından miras kalan-limon
bahçesinden elde ettiği gelirle kıt kanaat geçinmektedir. Mossad ve diğer
İsrail güvenlik birimleri, Selma’nın limon bahçesinin bakanın evi için güvenlik
riski oluşturduğunu gerekçe göstererek limon ağaçlarının kesilmesi kararını
verirler. Bahçenin etrafı çitlerle çevrilir ve Selma’nın bahçeye girmesi
yasaklanır. Selma ilk etapta bir yandan Filistin’in yöredeki ileri
gelenlerinden yardım ister bir yandan da İsrail’in ilgili makamlarına
başvurarak kararın iptal edilmesini talep eder. Ancak yerel otoriteler
Selma’nın umduğu desteği vermez; İsrailli makamların verdiği yanıt da
olumsuzdur. Bunun üzerine Ziad Daud (Ali Suliman) isminde bir avukat
tutar. Avukatın yardımıyla dava İsrail’in en üst mahkemesine kadar
taşınır; savunma bakanının eşi Mira’nın (Rona Lipaz-Michael) dostu
olan bir gazetecinin yaptığı haberlerin de katkısıyla Selma’nın mücadelesi hem
İsrail medyası hem de uluslar arası medyada yankı bulur. Mira, Selma ile
empati kurabilen nadir insanlardan biridir. Selma ile görüşmesine savunma
bakanı ve güvenlik birimleri izin vermediği için yüz yüze hiç görüşemezler.
Ancak Selma ile aralarında görünmez sıcak bir bağ gelişir ve onun lehine İsrail
basınına demeçler verir; bu ise bakan ile aralarının açılmasına ve
ayrılmalarına neden olur. Filmin sonunda üst mahkeme bahçedeki
limonların yarısının kökünden sökülmesi yerine yerden yüksekliği 25
cm olacak şekilde kesilmesine/budanmasına karar verir.
İronik bir biçimde, karardan hem İsrail savunma bakanlığı ve
güvenlik birimleri hem de Selma’nın avukatı ve Filistin yerel yönetimi
yetkilileri memnundur. Hepsi kazanmıştır kendi hesaplarına göre: Limon
bahçesinin kellesi yerden iki karış yukardan kesilmiştir (İsrail tarafı
sevinir); Limon ağaçları kökünden sökülmemiştir, budanmakla paçayı sıyırmıştır
(Filistin yönetiminin yozlaşmış kalantorları sevinir); Selma’nın davası üzerinden uluslararası ün kazanılmış, üstüne Filistinli bakanın kızıyla nişanlanılmıştır
Selma’ya ihanet etmek pahasına (avukat sevinir). Selma hariç: limon
ağaçlarını kaybetmiş, mahallesinden dışlanmış, dışlanmanın nedenlerinden olan
avukatın ihanetine uğramış… O, Mira ve seyirci karardan memnun değildir; çünkü
adalet yerini bulmak yerine sadece vaziyeti kurtarmıştır. Adalet (!)
kurumu, adeta, politikacılar, bürokrasi ve fırsatçılar için araçsallığını
tereyağından kıl çeker gibi yerine getirmiştir; bireyden yana değil devletten
ve statükodan yana kullanmıştır takdir hakkını.
Filmin en son sahnesinde, bakan, evinin bahçesine çıkar. Metrelerce
yüksek devasa bir beton duvar çekilmiştir evi ile Selma’nın limon bahçesi
arasına. Bakanın görebildiği bütün manzara: Evinin bahçesindeki birkaç bitki,
devasa bir duvar ve duvar tarafından boydan boya ufku karartılmış bir
gökyüzü. Duvarın diğer tarafında ise yere kadar budanmış bir limon bahçesi ve
limon köklerinin arasında hüzünle dolaşan Selma… Savunma bakanının payına düşen
ufku kapalı, içi boş ama artık güvenli (!) bir hapishane ev; Selma’nın payına
düşen tıraşlanmış bir limon bahçesi, hüzün, yalnızlık ve dışlanmışlık ve
ihanete uğramışlık… Duvar örücülerin payına düşen ise geriye kalan her şey…
Film boyunca, İsrail ve Filistin arasındaki sınırı boydan
boya kaplayan bu metrelerce yükseklikteki modern Çin Seddi bir kaç kez
gösterilir. Aynı topraklarda yaşamak durumunda olan insanların bir arada
yaşamaması için, hem o insanlara rağmen hem de onların rızasıyla üretilen suni
engelleri ve bu engellerin saçmalığını ve akıl dışılığını vurgulamak için
herhalde…Tüm farklılıkları ile birlikte, Selma ve Mira karakterleri arasında
gelişen sıcak insani bağ, vicdanı politikanın ve gündemin kirli akınından
korunmuş İsrailli ve Filistinli insanlara rağmen duvarların örülmekte olduğu
hissini verir. Fakat diğer yandan, bu duvarların o topraklarda
yaşayan insanların rızasıyla-en azından görünüşteki bir rızayla-inşa edildiğini
de hissederiz; çünkü duvarların önce insanların zihinlerinde ve vicdanlarında
örülmüş olduğunu, filmdeki birkaç karakter dışındaki herkesin limon bahçesinin
budanması kararını vaka-ı adiyeden görmesinden, Selma’nın direnişini
şaşkınlıkla karşılamasından ve beyhude ve gereksiz bir çaba olarak görmesinden
anlarız: Selma’nın kızı, damadı ve Amerika’daki oğlu; Filistinli yetkililer;
İsrailli yetkililer.Yani herkes!
Tam bu noktada, insanın aklına şu soru geliverir:
Verdiğimiz kararlarda, takındığımız duruşlarda, kişisel/sosyal/siyasal
tercihlerimizde,… gerçekten özgür müyüz? En özgür olduğumuzu sandığımız anlarda
bile acaba gerçekten özgür müyüz? Yoksa tam aksine mahir (veya kör)
bir mühendisliğin kuklaları mıyız? Eğer özgürsek, neden sınırın öteki tarafına
adım attığımız anda iyi ve kötü, güzel ve çirkin, dost ve düşman yer
değiştirir? Sahiden biz (Filistinli-İsrailli;Türk-Kürt; sağcı-solcu;
doğulu-batılı; kuzeyli-güneyli…) neden birbirimizden nefret ediyoruz?
Sosyal kategorizasyonun acımasız yüzünü görürüz
filmdeki olayların oluşunda ve akışında. İsrail devletini temsilen savunma
bakanı ve şürekası, Selma’nın gerçekten kim olduğu ile ilgilenmez.
Onların zihninde çizginin öteki tarafındaki her canlı için tek bir kısa yol
var: Filistinli. Filistinli kısa yoluna tıkladıklarında terörist, intihar
bombacısı, tehlikeli, sakınılması gereken, yok edilmesi gereken vb. dosyalar
çıkar hep. Bu yüzden, savunma bakanı (ve onun şahsında İsrailli yetkililer), Selma’nın
kendi mahallesinde bile tecritte oluşunu, limon bahçesine baktığında
çocukluğunu, babasını ve bütün bir geçmişini görüyor oluşunu, o bahçenin onun
için hayatın anlamı demek olduğunu ve onun yüreğinin çöl sıcağında herkese
hazır limonatasıyla bir vaha oluşunu görmez veya göremez. Benzer
kısa yollar ve sınıflamalar, bu kadar açık gösterilmese de, Filistinlilerin
İsraillilere bakışında da geçerli olduğu mesajı alınır filmden.
Böyle bir katergorizasyonun etkisiyle Filistinli için
İsrailli; İsrailli için Filistinli lanetli bir öteki olmuş. Hal böyle olunca,
öteki kategorisine giren herkes, her kötülüğü ve haksızlığı hak ediyor peşin
olarak. Yok edilmeyi bile. Kimsenin tavuğuna kış dememiş olsa bile, Selma, bir
terörist kadar tehlikeli görülebiliyor, örneğin. Zaten iyi ve makbul bir insana
göz göre kötülük yapılabilir mi ki? Minareyi çalmadan kılıfını hazırlamak
gerekir. Birine bir ahlaksızlığı ve adaletsizliği reva görmek için önce onu bir
kategoriye koymalı… O kategoriyi olabildiğince kendininkinden uzaklaştırmalı.
Lanetli olduğu ilan edilmeli: İlkel, gelişmemiş, incelmemiş, kültürsüz, kaba
etiketleri ve daha nicesi üretilmeli. Sonra bunlardan amaca uygun bir terkip
yapılmalı ve muhatabına yapıştırılmalı. Onlardan birine bu terkibi yapıştırdın
mı gerisi çorap söküğü gibi gelir... Yapıştırdığın şeyi kopyalayıp geriye
kalanlara da çabucak yapıştırıverirsin… Hepsi ile ayrı ayrı ilgilenmemeye ne
gerek var! Değerli zamanını ve kısıtlı enerjini kendin için ve kabilenin ‘yüce’
amaçları için kullanman daha akıllıca ne de olsa! Bunları yaptın mı operasyon
tamamlanmıştır: Onların her biri tehlikeli-oğulları ve
insanca-yaşama-hakkı-olmayan-oğulları kütüğüne kaydedilmiştir. Bu aşamaya
geçince icraat zamanı da gelmiştir demektir. Onlara her türlü
ahlaksızlığı reva görülebilirsin! Vicdanından yana da endişe etme! Rahat ol!
Çünkü o, iyinin, doğrunun ve haklının yanındadır; iyilik, doğruluk
ve haklılık ise yalnızca senin tekelindedir, sakın unutma!
Özetle, operasyonun adı: Önce hüplet sonra gümlet!
Olayların akışı ve filmin atmosferi, hüpletme faslının başarıyla
tamamlandığını, gümletme faslının ise ufak tefek aksamalar dışında
sorunsuz devam etmekte olduğunu haykırır bize. Duvar örücülerin o topraklarda
(ve aslında her yerde) yiyeceği daha çok ekmek var. Değirmene su
taşıyıcıların başını kaldırıp “biz ne yapıyoruz Allah aşkına” diyeceği güne
kadar en azından….
Ahmet Demirdağ
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder